26 Aralık 2014 Cuma
12 Ekim 2014 Pazar
Kassel Jaeger – Toxic Cosmopolitanism
Şiirle müziğin boşanması,
ilk olarak basılı sayfalarda kendisini gösterdi.
Eğer kişi armoni ve tınlayan karşıtlık olanaklarını feda ederse, ölçünün ketlemelerinden kurtulmuş melodi yaratma olanağı kazanır.
Nüansın tadına varmak için, konuşmanın ağırlaşması gerekir.
Uçsuz bucaksız ve kavissiz bir dize düşünün.
Çoğunlukla yeterli olacaktır...
28 Eylül 2014 Pazar
24 Eylül 2014 Çarşamba
3 Ağustos 2014 Pazar
25 Temmuz 2014 Cuma
14 Temmuz 2014 Pazartesi
İnsan, Çok Fazla İnsandır
Sadakat, kendi kendine uygulanan bir terördür.
Bugün kaygan zeminde DİRENME suretiyle kendine “yeniden bir beden kazandırmaya çalışan” kimliklerimiz ile karşı karşıyayız. Bu oluşan yeni kimlik;
“Bir gökkuşağı döküldü pencereme, heyecanlandım”
kafasıyla başta kapitalist kültürün zırhına, onu koruyan ve akılcılaştıran egosuna saldıran ve onun iç ile dış, özel ile kamusal, ben ile öteki arasındaki katı ayrımları çözülmeye uğratan, kahkaha atan, sıçan hatta otuz bir çeken bedenin aydınlanmış olumlanmasıdır.
Savunulan tek yönlü bedensel anarşizm kültünün mitsel modeli, yergi dolu gürültülü kahkahasıyla devlete ve cemaate meydan okuyan ve animalist bir hayatta kalma felsefesi ve mutlu bir reddediş içinde yaşayan, şehrin duvarları içerisinde toplum dışı bir pleb hayatı süren, Yunanlı kinik Diogenes’tir. Yada aynı Ferlinghetti modeli ile dünya ormanının derinliklerinde kendini teslim edecek bir delik arayan, bulduğu selüloit bir cep tarağını, dünyayı taradığı bir sabana dönüştüren ilk yüz yani ana karakter olarak kendisidir.
Bugün sokulası bianel mottoları altında oluşturduğumuz hiç-kimselik kültü, içerisinde koskoca bir tabu ve korkunun altında, uzunca bir süre kalmış gölge bedenler haline dönüşmüştür. Bir özne olarak kişi kendine ettiği ihanetin, kendi oluşturduğu hakikatin düşmanı olduğunu fark etmiş ve bu sefer TERSİNE ÖZNE şeklinde kendini seçerek şekillenmeye başlamıştır.
Tutsaklık korkusu özgürleşme umudu kadar aldatıcı görülebilir. Ancak ilkinin aslında ikili bir tersine çevrilmesinden, ihtiyaç duyulası milenarist ruh yeniden doğmuş ve beden en az duyular kadar uyanış projesine dahil edilmiştir.
Sadakate geri dönmek gerekirse, bu bir imgenin çökmesinin ardından, yeknesaklığın en önemli destekleyicisi olan “Devam et” düsturunu sınamaya devam eder. Yolunu kaybettiğin zaman yada kavram ve ortam bulanıklaştığında bir hatayı adlandırılmış gördüğünde bile devam et. Çünkü biliriz ki; taklitlerin varlığı, krizlerin billurlaşmasında güçlü bir etkendir.
Hakikat süreci bedende içkin bir kopuşa tekabül eder. Kısa bir gecenin notlarında farkına varılması gereken sonucu ister siyaset ister aşk olarak yorumsayın;
kendimizdeki özne-oluşa ihanet, oluşturduğumuz hakikatin düşmanıdır.
Sonuç olarak unutulmaması gereken; öznenin parçalanması, itaat ölçüsündedir. Robert Creeley’in American Field Service için muhtemelen Hindistan’a giderken not düştüğü gibi:
“Her karmaşıklığı yok et,
İçindeki aklın her burkulması,
Her sıkılan yumruk…”
.............
Yeniden sadakat dedin de, atomik kurama göre erkesini boşaltmaya çabalayan her atom gücünü yaymaya çalışır. Ve fiziksel yasa dediğimiz şeyler iki yada daha çok kuvvet arasında güç ilişkilerini temsil eder. Birleşmeyi kabul etmek, fiziksel yasaları kabul etmek demektir.
"Seni sınıflıyorum,
sırf denetleyebilmek için."
11 Temmuz 2014 Cuma
Crescendo'lar
Aşk-ın metafiziğine mutluluğun kökeni bakımından bakıldığında, ortaya bırakılan nomos tortusu sizi ona her baktığınızda geri yansımadığınız kara bir aynanın üzerine düşen ilkel gölgenize benzer.
Zaman, Zenon'a taş çıkartırcasına başa dönmüştür. Islak bir mizah olgusu ile sarmalanmış lahza havuzunda kurtulmuş iç çamaşırlarının gıdıklayıcı naifliği ile sükutu hayale uğramıştır.
Huzur evi akşamının karanlığı, boşalmaya başlayan gotik katedrallere benzer. Yay hareketini gördükten 1/4 zaman sonra armonik doku, çelik üzerinde bıraktığınız muz ve çikolata parçaları ile aklınızı çelecektir...
22 Haziran 2014 Pazar
Yidiş Yankı
Bir yandan yapay bir medeniyetin mefhumu insan olanın ölçüsü olarak alınıyor, öte yandan da yaşamın insandışı ve yasaüstü alanında yaşayıp ölen bir "insan olamayan insanlar, hayaletsi insanlar, insan olarak varlığını yitirenler" sahası sürdürülüp korunuyor.
Kendi kendine gönderme yapan egemenlik, hukuk için meşrulaştırıcı bir zemin sağlar ama tamda bu nedenle meşruiyetin altında yattığı söylenen hukuk ile aynı şey değildir. Yönetimsellik hukuku taktik olarak görür ve egemenliğin bir anokronizma olarak yeniden kendini gösterdiği saha haline gelir, çünkü egemenliğinde hukuk içinde bir temeli yoktur.
19 Haziran 2014 Perşembe
Neomortlar
Kendimize dokunamamanın normatif özlemi bugünlerde maskeli bir siyaset alanına girmiştir.
İrade ile bedenimiz arasında nelerin durduğuna dikkat edin. "Seçmedikleriniz!"
Gerçekle yüzleşelim artık. Birbirimiz tarafından çözülen cemaatleriz.
Ve
hala çözülmüyorsak gerçekten bir şeyler eksik demektir.
13 Mayıs 2014 Salı
5 Mayıs 2014 Pazartesi
Spekülatif İnşanın Gizemi
Tarihte ruhun hegomanyasını kanıtlamanın tüm numaraları..aşağıdaki üç çabayla kısıtlı...kalır.
No. 1. Ampirik sebeplere bağlı olarak, ampirik koşullar altında ve ampirik bireyler olarak yönetenlerin fikirlerini gerçekten yönetenlerden ayırmak ve böylelikle tarihte fikirlerin ve ilüzyonların hükümranlığını ayırt etmek;
No. 2. Fikirlerin bu hükümranlığına bir düzen getirmek, birbirini izleyen egemen fikirler silsilesi arasında, bunları "kavramın kendi kendisini belirleme edimleri" olarak kabul ederek sağlanacak bir mistik bağı ortaya koymak...
No. 3. Bu "kendi kaderini belirleyen kavram"ın mistik görünüşünü kaldırmak, onu bir kişiye - "öz bilince" - dönüştürmek veya daha da maddeci izlenim vermek için...yine tarihin imalatçıları olarak kavranan "düşünürlere", "filozoflara", ideologlara dönüştürmek. (1846a:64)
21 Nisan 2014 Pazartesi
Folklorik Bir Katkı
Bir zamanlar...küçük okuyucularım burada "Bir kral yaşardı," diye bağırabilir. Hayır çocuklar, yanıldınız. Bir zamanlar tahta parçası vardı.
Carlo Collodi - Pinokyo'nun Maceraları
14 Nisan 2014 Pazartesi
ASKIYA ALINAN SİMETRİ: Oruç Aruoba’da Bekleme Sancısı*
“İnanmak - izlenimi
duyumsamaktır” D.Hume
I.S. “Sana aldırmaz; öyle hemen de
çıkıp gelmez sana,
sen onu
ne denli bekliyor olsan da.” ~o.a
Duyguda ilerlemenin altın kuralı,
ruhunda yarattığın dekoratif bir denge ile aynı onu andıran, onunla bitişik
olan ya da onun tarafından üretilene geçmektir. Bekleyerek zamanı çürütmek
imgelemin önünde bulunurken, beklemenin ve bekleyenin arasındaki ilişki yoluyla
uzam birleşir ve doğal bir biçimde birbirinin içine akar. Beklemek, onun yol
açtığı benzer çağrışımları hayatın dışına atmaktır. Keder ve düş kırıklığı
içerisinde garip bir paradoks bizi hep yaşamın dışına doğru bir döngüye
sokacaktır. İnsan doğası belki tutarsızdır; bunu biliriz ama değişebilirlik ona
özseldir. Ne denli ya da ne pahasına beklediğini anlatan aciz düşünceler her
karşına çıktığında, beklediğinin ve tutkunun aslında birbiri ile işleyen ve
çakışan duygular olduğunu görürsün. Bu iki duygu birleşerek çifte bir dürtü
yaratır ki, diğer yandan beklemenin
tutkusu aslında doğal kılınandır.
İnsan sadece Tanrı’nın Eden krallığından
kovulmuş değildir. Kendine katlanamadığı ve insana benzemeyen biçimlerden de
tecrit edilmiştir. Tıpkı aldırış edilmediğin ve nesnesini kaybetmiş bir korku
tarafından tehlikeye atıldığın garip bir şansa tutunman da olduğu gibi.
II.S.
“Senin beklemen: bir boşunalık duygusudur yalnızca; gerçekler içinde
hayallerin; olup-bitenler içinde olamayacakların düşlenmesi. -boyuna ve boşuna
bir düşüş- oysa o gelişmektedir. Sana
doğru. Sen hiç bilmeden - beklerken, bilmeden.” ~o.a
Tutkuyu uyaran neden tutkuya
yüklediğiniz kişi yada nesne ile ilişkilidir. Pişmanlıkla dolu bir bekleme,
etrafınızı saran tüm hece ve seslerin ayrıntılı nüansnlarını taşır. Emerson bir
şiirinde şöyle seslenir: “Erkekler
annelerinin yarattığıdır…Herbiri annelerinin döl yatağından çıktığı anda
doğuştan gelen yeteneklerin kapısı onlara kapanır.” İşte boyuna ve boşuna bir düşüşün kapısını
çalmaktan usanmayan lanetli bir erkek, kozmik libidoya sahip kadının bilinçdışı
tarafından içine alınmıştır. İçine alındığın orgazm, ortaya koyduğun simetri
ile yakından ilişkilidir. Yani beklerken simetrin ne kadar keskinse, tikel
olarak alacağın haz da o ölçüde güçlüdür.
III.S.
“Senin beklediğindir o; ama sen bilmiyorsundur.” ~o.a
Almanya’nın Erfurt şehrinde 1367
yılında ilk günahın yalanlarını çürütmek adına Johann Hartman adında bir adam,
genç bir kızın cinsel bir ilişkide bulunduktan sonra bekaretini
kaybetmeyeceğini, kaybetse bile ruhu özgür biriyle ilişkiye girdiğinde yeniden
kazanacağını söylemişti. Bunun anlamı, kızın onlarca kişi ile ilişkiye
girmesinde bile, son girdiği kişinin “özgür ruhlu” olması durumunda bekaretini
tekrar kazanacağının garantisiydi.
Burada imgelemin yatkınlıkları ile
tutkular arasındaki çelişki kendini gösterir. Arzularımızı küçük ve büyük
nesnelere dönüştürdüğümüzde, imgelem küçükten büyüğe geçişte daha kolay
evrilir. Ulaştığımız yer ruhumuzu kaybettiğimiz ve sırf bu nedenle onu sonsuz
özgür kılacak olan büyük bir tutkunun “son” ilkesine ulaşmaktır. Beklediğin ama
farkına bile varmadığın düşlem, ilk ve son arasında kurulan hikayede bir sapma
ile karşılaşır. Bu sapma anı, hemen yanıbaşında yer alana kayacaktır. Bitişiğinde
ilk yer alan kişi ise zamanı sana göre en çok yavaşlatandır. Çünkü “yavaştır
yaşamının anlamı.”
IV.S.
“Senin beklemen: hüzünlü ama dingin bir umutsuzluktur, bir an önce bitirip
gitme isteği çökmüştür üzerine. …hepsini yarım bırakıp gitmek, bir ayartı kadar
keskindir artık.” ~o.a
Yeterince beklemenin yarattığı
geçiş, mekanda gerçek ve doğrusal bir harekete yol açmadığı için yarım bırakıp
gitmek, kendimiz ve beklediğimiz arasındaki ilişkiye işaret etmez. Yer
değiştirmenin ilk biçimi, ona doğru kök saldığımız patetik bir manzaraya
geçiştir. Levinas’ı tekrarlarsak “yarım
bırakan bir göçmenin bir felsefesi olmamıştır ancak göçebeden daha fazla
yerleşmiş kimse de yoktur.”
Her yeni yerleştiğimiz yalnızlık
coğrafyası, çekebileceğimiz tüm tutkuları uyarmak için gerekli koşuldur.
Kendimizi mekandan koparmamızı sağlayan o ayartı’nın
arkasında yürümeye kalktığımızda, yenileme yükümlüğü uzamın parçaları ile
birleşir ve her bir parçanın eklenmesi diğerini dışladığı için umutsuzluk, artık bitişik parçaların
içerisinden geçebileceğiniz bir kayganlık hissine dönüşür. Geride bıraktığımız mesafenin
gelecekte, geçmişte olandan daha büyük etkileri olacaktır.
V.S. “Yaşamanın
anlamı bulunmamıştır, bulunamayacaktır. –o, gelmeyecektir- ya; sonuçsuz bir son
olarak, ölüm gelebilir…” ~o.a
Anlamı büyük olasılıkla gelecekte
var olacağını düşündüğümüz bir başka yapısallığa çevirdiğimiz zaman, düşlem
zamanın akışı boyunca ilerler ve mutlak bir zaman noktasında ondan sonrakine
geçerek, en doğal göründüğü yerde kalır. Anlamın gizli retoriği hep imgelemden
yanadır. Çünkü var-oluşumuzu imgelerimizle geriletmekten çok ilerletmeyi tercih
ederiz; aslında zamanın doğal ardışıklığı da bize bunu emreder.
Buna inanmak için yükseklik ve derinliklerin etkisini düşünmemiz gerekir. İki kavram arasında yer
alan birkaç santim boyundaki imgeyi, eşit uzaklıkta yer almayan gelecek ve
geçmiş şeklinde tasarladığımızda, “geleceği
hep daha yakınımıza, geçmişi ise geriye çekeriz”. Bunun nedeni birinin
sürekli olarak artıyor, ötekinin ise sürekli olarak azalıyor olmasından
kaynaklanır.
İyi olan şey yüksekliğin ölçüsüdür.
Yani cennetin yukarıda, cehennemin ise aşağıda olmasını arzularız. Peki ya çok
daha yakın olan cehennem, inişin ters yönde olduğu bir
düzlemde yer alıyor olsaydı….ne yapardınız?
VI.S. “artık, işte…” ~o.a
*Atkafası Dergi 2.sayıda yayınlanmıştır.
https://twitter.com/atkafasidergi
Olağanüstü Hal
Kaygının seni içten içe kemirdiği zamanlar için basit bir kural mı istiyorsun?
Tereddütle yaklaştığın o cesur eyleme bak; imkansız sandığın, ama tam da bu yüzden gerçek olan o gerçeği ara. Şu edepsizliğe bak. (295)
6 Nisan 2014 Pazar
Apéritif/ive
- Sapıklık ihanet edilen kıtıpiyoz ama sevimli olmasından doğuyor.
- İğrenç mi?
- Hayır, kesinlikle - daha kötü: sıkıcı.
"Hiçbir kuş bir sorular ormanında ötecek kadar yürekli değildir"
R.Char
3 Nisan 2014 Perşembe
Takashi Ito - Dizziness
Bir yere ait olmayı reddediş,
yanlışları düzeltmeye yönelmeyen -
geçmişten kurtulmayı amaçlayan
sürekli bir hareket halidir.
23 Mart 2014 Pazar
“Dünya maddeden değil, örgütlü
ruhtan inşa edilmiştir”
William Blake
Bugün dünyada alternatif toplumun ne
olabileceğine ilişkin hem radikal hem de etkili bir vizyon bulunmamaktadır. Aşağı
yukarı tüm avangard manifestolar, tapınılırken, eklemlendirilirken ve yeni bir
mekan/dünya için uygun hale getirilirken, sosyalizm veya politikadan ziyade
edebiyat ve sanatla daha çok ilgili olmuş ve siyasi bir manifesto yaratmaktan
ziyade kendisini en başta ayrıştırarak yitirmiştir. Elimizde kalan “başarısızlığa
uğrayan bir tanrı” metaforu ve her şeyin bir “illüzyon” olduğu
gerçeği.
Bir tek ÜTOPYA ihtiyacı dışında.
Bu anlamda zamanın fısıldadığı ütopyaları
oluşturmak, sadece insana özgü antropolojik bir şey değil, aynı zamanda felsefi
bir ihtiyaç konumunda. Ne var ki bu felsefi ihtiyaç, aynı zamanda sorumluluk
metaforuna dönüşmekte.
Ütopyalar bir yandan verilmiş olanın
reddedilmesi, mevcut iktidar düzeninden hoşnutsuzluğu içerse de, aynı zamanda
insanlığı daha da mutsuz bir geleceğe taşımayacak, tam tersine özgürleştirecek
şekilde alternatifler ve itirazlar sunma sorumluluğunu da beraberinde
getirmelidir.
Günümüz dünyası büyük ölçüde
ütopyalardan ve alternatiflerin manifestolarından yoksun, ancak bunların
sebeplerinden arınmış değil. Bugün gerekli ve zorlayıcı olan “bir isyan
jesti olarak kaçış hattı ile salt siyasal hat arasındaki” muğlak alanda,
birini diğerinin yerine koymaya çalışmaksızın, bu iki nosyonu birlikte
düşünmektir.
Yani ihtiyaç, artık bilinçli bir
isyan duygusu olsun ya da olmasın, toplumsal yaşamın kanserini, yani bu
dünyanın eşit olmamasının altında yatan nedenlere cevap verebilecek bir dünya
tasarlamamız gerektiğidir. Uzun vadede daha önemli olan olgu ise direniş’in
kendi kimliğini, kendini tanımlama kabiliyetini, yön duygusunu yitirme
tehlikesi içerisinde olmasıdır.
Bizim istediğimiz, egemen
mekanizmalarda çatlak oluşturmayı hedefleyen bir politika olmalıdır. Bugün
böyle bir politikayı [direnişi] sürdürebilmek en azından toplumsal
yalıtılmışlık riskini göze almak demektir. Ancak ütopyayı Nowak’ın işaret
ettiği “toplumsal olanın toplumsallaştırılması” olarak anlamamız ve kendi
kararlarını kendisi veren, tahakkümün olmadığı, akli yeteneğe sahip yaratıklar
olarak anarşist bir pedagoji geliştirmenin zamanı gelmiştir. Bugün meydanlar
göstermektedir ki, devletin başta okullar olmak üzere rafine etme araçları
ellerinden alınıp yerlerine “daha az devlet, daha çok toplum” diyen ve
direniş ile iktidarın karşısına, kendini onun aracı haline getirmeyi reddeden
yeni bir hareket bırakmıştır. Levinas’ın dediği gibi “başkası için olmak,
iyi olmaktır.” Bu toplumsal epifani içerisinde, sokakta/meydanda
doldurduğumuz boşluğun anlamı, kendisinden türeyen ve durmak bilmez bir başkaldırının
-peygamberce- çığlığıdır.
Hegel bireyin en dolu varoluşunun
toplumsal yaşamında tamamlandığını anlatmıştı. Kierkegaard’a göre ise birey
bilen değil ama yalnızca törel olarak varolan öznelliktir. Onun için önemli
olan sorun, kendi törel varoluşudur. Gerçeklik bilgide yatmaz, çünkü duyu algısı
ve tarihsel bilgi salt birer yanılsamadır; ve arı düşünce bir “imge” den başka bir şey değildir.
Bu anlamda artık edindiğimiz bilginin
açmış olduğu o dehliz bizi, sadece olanaklı olana götürürken, “gerçeklik
sadece eylemde yatar ve yalnızca eylem yolu ile aşılabilir.”
Başkaldırı ve eylemlerimiz, boğucu
gerçekliği aşmak için yaptığımız umutsuz girişimler ve bunlardan sonuçlanan
sapmalar şeklinde ortaya çıkacaktır. Bütün bunları aşma yöntemi ise aslında
ütopyayı korumak anlamına gelir.
Direnmek, belki gerçekliğe sırtını
dönmektir. Ancak hem gerçekliği kuran
değerleri yok etmek, hem de onun sınırlarını kabul etmek mümkün değildir.
Michelangelo’nun bir taş parçasının içinden, Davut’un ruhunu çıkarma aşamasında,
delikli-kullanılamaz bir mermer üzerinde çalışmak zorunda kaldığı anlatılır. Bu
sınırlılıkları hesaba katan bir şekil yaratabilmiş olması, onun yeteneklerinin
kanıtıdır. Dönüştürmeyi istediğimiz dünya üzerinde tarih daha önce
çalışılmıştır ve içi büyük ölçüde boştur. Ancak yine de onu değiştirip yeni bir
dünya inşa edecek kadar yaratıcı olmamız gerekiyor.
Yeni direniş girişiminin anlamı, işleyeceğimiz
günahın bir düşmandan çok, bizi desteklemeye yardımcı olacak, hem kültürel hem
de sosyal bir huzursuzluk odağı olarak, pratikte reddediş düşüncesini
içermelidir. Bu, gören gözlerim, duyan kulakların, dokunan ellerin somut
başkaldırısının umudu olabilecek, sosyal girişimin ve sabırsız anarşizmin,
fanteziyi nihai olarak ele geçirmesi anlamına gelen bir -reddedişi- içermelidir.
Direniş, insan bedeni ve ruhuna “toplumsal
entegrasyon ve röprodüksiyon” gibi bütün diğer yönlerden çok daha fazla
uygundur.
Ancak en büyük hata, şizoid dünyanın
dile gelen minik spartaküs kahramanları gibi, meydanda “Spartaküs benim” şarkısı
ile kendi profan isimlerini yaratma çabası içerisine girmektir. Bu içi
boşaltılmış ideoloji çabası, salt oportünizmin tutkusudur. Sonuçta yakılması
gereken söndürülemeyen bir ateş olması gerektiğidir.
Sonuç olarak devrimlerin günün
sonunda neye döndüğü ile halkların devrimci oluşları hep birbirine
karıştırılır. Bunlar iki farklı insan kümesiyle ilişkilidir. Ancak bugün,
direnişle başlayarak yeraltından gelen sesin anlamı, artık hiçbir şeyin saf
olmadığı; verilmesi gereken tepkinin semptomatik ve yorum ihtiyacı içerisinde
olduğunu kavramada saklıdır.
Camus, Başkaldıran İnsan’da tanrının
sorumluluğunu yok sayarken, cerrahlar ile peygamberlerin ortak bir yanından
bahseder. Her ikisi de ameliyat yapar ve her ikisi de geleceğin koşullarını
düşler. Bugün, artık daha fazla
eyleyemediğimiz mevcut sistem, aynı Nietzche’nin tanrısı gibi zamanın ruhunda
ölü bulunmuştur. Şizoid sistemin askerleri -neyin ak, neyin kara- olduğunu
söylenememiş, ışık sönmüş ve özgürlük artık gönüllü bir tutsaklık olmuştur.
Kaynakça
- Marcuse, Herbert – Us&Devrim Çev. Aziz Yardımlı. İstanbul: İdea Yayınevi, 2000
- Diken, Bülent – İsyan, Devrim, Eleştiri: Toplum Paradoksu Metis Yayınları, 2012
- Puchner, Martin – Marx ve Avangart Manifestolar: Devrimin Şiiri Çev. Çağrı B. Kasap Altıkırkbeş Yayın, 2012
- Bookchin, Murray – Toplumu Yeniden Kurmak Çev:Kaya Şahin Metis Yayınları, 1999
- Halliday, Fred – 2000’lerde Dünya Yayına Hazırlayan: Müsemme Sabancıoğlu İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2002
- Levinas, Emmanuel – Sonsuza Tanıklık Yayına Hazırlayan: Zeynep Direk, Erdem Gökyaran Metis Yayınları, 2003
http://kultnesriyat.wordpress.com/
14 Mart 2014 Cuma
Patolojik Fenomen: Bisiklet İktidar!
Anthony Burgess, bir arkadaşının “bacaklardan ibaret,
göğüssüz ideal bir mankenle” olan randevusundan bahsederken,
“bir bisikletle
yatağa girmekten farksızdı.” der.
YAŞAMIN ve İKTİDARIN -ruhsuz ve psikolojik- bir yoksunluk içerisinde bilinçlere zorla
uygulattığı
"kimyevi" hatta "cerrahi" manüpülasyonlar,
her gün biraz daha mide
bulandırıcı bir girdabın içerisine bizi çekmektedir.
Sonuç; aynı ölüye benzeyen,
BUZ GİBİ ve SAHTE görünen "bir bisikletle yatağa girmenin" hazzına
dönmüştür. Bu sefer sadece "geçmiş olsun" demeden önce,
"Merhametsiz ışık altında sağlıklı dişlerinizi gösterin."
Çünkü hastalığın düğüm noktası, dünyanın ve bu dünyanın yapaylığının birbiriyle çatışan birliğinde bulunur.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)