“İnanmak - izlenimi
duyumsamaktır” D.Hume
I.S. “Sana aldırmaz; öyle hemen de
çıkıp gelmez sana,
sen onu
ne denli bekliyor olsan da.” ~o.a
Duyguda ilerlemenin altın kuralı,
ruhunda yarattığın dekoratif bir denge ile aynı onu andıran, onunla bitişik
olan ya da onun tarafından üretilene geçmektir. Bekleyerek zamanı çürütmek
imgelemin önünde bulunurken, beklemenin ve bekleyenin arasındaki ilişki yoluyla
uzam birleşir ve doğal bir biçimde birbirinin içine akar. Beklemek, onun yol
açtığı benzer çağrışımları hayatın dışına atmaktır. Keder ve düş kırıklığı
içerisinde garip bir paradoks bizi hep yaşamın dışına doğru bir döngüye
sokacaktır. İnsan doğası belki tutarsızdır; bunu biliriz ama değişebilirlik ona
özseldir. Ne denli ya da ne pahasına beklediğini anlatan aciz düşünceler her
karşına çıktığında, beklediğinin ve tutkunun aslında birbiri ile işleyen ve
çakışan duygular olduğunu görürsün. Bu iki duygu birleşerek çifte bir dürtü
yaratır ki, diğer yandan beklemenin
tutkusu aslında doğal kılınandır.
İnsan sadece Tanrı’nın Eden krallığından
kovulmuş değildir. Kendine katlanamadığı ve insana benzemeyen biçimlerden de
tecrit edilmiştir. Tıpkı aldırış edilmediğin ve nesnesini kaybetmiş bir korku
tarafından tehlikeye atıldığın garip bir şansa tutunman da olduğu gibi.
II.S.
“Senin beklemen: bir boşunalık duygusudur yalnızca; gerçekler içinde
hayallerin; olup-bitenler içinde olamayacakların düşlenmesi. -boyuna ve boşuna
bir düşüş- oysa o gelişmektedir. Sana
doğru. Sen hiç bilmeden - beklerken, bilmeden.” ~o.a
Tutkuyu uyaran neden tutkuya
yüklediğiniz kişi yada nesne ile ilişkilidir. Pişmanlıkla dolu bir bekleme,
etrafınızı saran tüm hece ve seslerin ayrıntılı nüansnlarını taşır. Emerson bir
şiirinde şöyle seslenir: “Erkekler
annelerinin yarattığıdır…Herbiri annelerinin döl yatağından çıktığı anda
doğuştan gelen yeteneklerin kapısı onlara kapanır.” İşte boyuna ve boşuna bir düşüşün kapısını
çalmaktan usanmayan lanetli bir erkek, kozmik libidoya sahip kadının bilinçdışı
tarafından içine alınmıştır. İçine alındığın orgazm, ortaya koyduğun simetri
ile yakından ilişkilidir. Yani beklerken simetrin ne kadar keskinse, tikel
olarak alacağın haz da o ölçüde güçlüdür.
III.S.
“Senin beklediğindir o; ama sen bilmiyorsundur.” ~o.a
Almanya’nın Erfurt şehrinde 1367
yılında ilk günahın yalanlarını çürütmek adına Johann Hartman adında bir adam,
genç bir kızın cinsel bir ilişkide bulunduktan sonra bekaretini
kaybetmeyeceğini, kaybetse bile ruhu özgür biriyle ilişkiye girdiğinde yeniden
kazanacağını söylemişti. Bunun anlamı, kızın onlarca kişi ile ilişkiye
girmesinde bile, son girdiği kişinin “özgür ruhlu” olması durumunda bekaretini
tekrar kazanacağının garantisiydi.
Burada imgelemin yatkınlıkları ile
tutkular arasındaki çelişki kendini gösterir. Arzularımızı küçük ve büyük
nesnelere dönüştürdüğümüzde, imgelem küçükten büyüğe geçişte daha kolay
evrilir. Ulaştığımız yer ruhumuzu kaybettiğimiz ve sırf bu nedenle onu sonsuz
özgür kılacak olan büyük bir tutkunun “son” ilkesine ulaşmaktır. Beklediğin ama
farkına bile varmadığın düşlem, ilk ve son arasında kurulan hikayede bir sapma
ile karşılaşır. Bu sapma anı, hemen yanıbaşında yer alana kayacaktır. Bitişiğinde
ilk yer alan kişi ise zamanı sana göre en çok yavaşlatandır. Çünkü “yavaştır
yaşamının anlamı.”
IV.S.
“Senin beklemen: hüzünlü ama dingin bir umutsuzluktur, bir an önce bitirip
gitme isteği çökmüştür üzerine. …hepsini yarım bırakıp gitmek, bir ayartı kadar
keskindir artık.” ~o.a
Yeterince beklemenin yarattığı
geçiş, mekanda gerçek ve doğrusal bir harekete yol açmadığı için yarım bırakıp
gitmek, kendimiz ve beklediğimiz arasındaki ilişkiye işaret etmez. Yer
değiştirmenin ilk biçimi, ona doğru kök saldığımız patetik bir manzaraya
geçiştir. Levinas’ı tekrarlarsak “yarım
bırakan bir göçmenin bir felsefesi olmamıştır ancak göçebeden daha fazla
yerleşmiş kimse de yoktur.”
Her yeni yerleştiğimiz yalnızlık
coğrafyası, çekebileceğimiz tüm tutkuları uyarmak için gerekli koşuldur.
Kendimizi mekandan koparmamızı sağlayan o ayartı’nın
arkasında yürümeye kalktığımızda, yenileme yükümlüğü uzamın parçaları ile
birleşir ve her bir parçanın eklenmesi diğerini dışladığı için umutsuzluk, artık bitişik parçaların
içerisinden geçebileceğiniz bir kayganlık hissine dönüşür. Geride bıraktığımız mesafenin
gelecekte, geçmişte olandan daha büyük etkileri olacaktır.
V.S. “Yaşamanın
anlamı bulunmamıştır, bulunamayacaktır. –o, gelmeyecektir- ya; sonuçsuz bir son
olarak, ölüm gelebilir…” ~o.a
Anlamı büyük olasılıkla gelecekte
var olacağını düşündüğümüz bir başka yapısallığa çevirdiğimiz zaman, düşlem
zamanın akışı boyunca ilerler ve mutlak bir zaman noktasında ondan sonrakine
geçerek, en doğal göründüğü yerde kalır. Anlamın gizli retoriği hep imgelemden
yanadır. Çünkü var-oluşumuzu imgelerimizle geriletmekten çok ilerletmeyi tercih
ederiz; aslında zamanın doğal ardışıklığı da bize bunu emreder.
Buna inanmak için yükseklik ve derinliklerin etkisini düşünmemiz gerekir. İki kavram arasında yer
alan birkaç santim boyundaki imgeyi, eşit uzaklıkta yer almayan gelecek ve
geçmiş şeklinde tasarladığımızda, “geleceği
hep daha yakınımıza, geçmişi ise geriye çekeriz”. Bunun nedeni birinin
sürekli olarak artıyor, ötekinin ise sürekli olarak azalıyor olmasından
kaynaklanır.
İyi olan şey yüksekliğin ölçüsüdür.
Yani cennetin yukarıda, cehennemin ise aşağıda olmasını arzularız. Peki ya çok
daha yakın olan cehennem, inişin ters yönde olduğu bir
düzlemde yer alıyor olsaydı….ne yapardınız?
VI.S. “artık, işte…” ~o.a
*Atkafası Dergi 2.sayıda yayınlanmıştır.
https://twitter.com/atkafasidergi
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder