14 Nisan 2014 Pazartesi

ASKIYA ALINAN SİMETRİ: Oruç Aruoba’da Bekleme Sancısı*


“İnanmak - izlenimi duyumsamaktır” D.Hume

 I.S. “Sana aldırmaz; öyle hemen de çıkıp gelmez sana,
sen onu ne denli bekliyor olsan da.” ~o.a

Duyguda ilerlemenin altın kuralı, ruhunda yarattığın dekoratif bir denge ile aynı onu andıran, onunla bitişik olan ya da onun tarafından üretilene geçmektir. Bekleyerek zamanı çürütmek imgelemin önünde bulunurken, beklemenin ve bekleyenin arasındaki ilişki yoluyla uzam birleşir ve doğal bir biçimde birbirinin içine akar. Beklemek, onun yol açtığı benzer çağrışımları hayatın dışına atmaktır. Keder ve düş kırıklığı içerisinde garip bir paradoks bizi hep yaşamın dışına doğru bir döngüye sokacaktır. İnsan doğası belki tutarsızdır; bunu biliriz ama değişebilirlik ona özseldir. Ne denli ya da ne pahasına beklediğini anlatan aciz düşünceler her karşına çıktığında, beklediğinin ve tutkunun aslında birbiri ile işleyen ve çakışan duygular olduğunu görürsün. Bu iki duygu birleşerek çifte bir dürtü yaratır ki,  diğer yandan beklemenin tutkusu aslında doğal kılınandır.

İnsan sadece Tanrı’nın Eden krallığından kovulmuş değildir. Kendine katlanamadığı ve insana benzemeyen biçimlerden de tecrit edilmiştir. Tıpkı aldırış edilmediğin ve nesnesini kaybetmiş bir korku tarafından tehlikeye atıldığın garip bir şansa tutunman da olduğu gibi.

II.S. “Senin beklemen: bir boşunalık duygusudur yalnızca; gerçekler içinde hayallerin; olup-bitenler içinde olamayacakların düşlenmesi. -boyuna ve boşuna bir düşüş-  oysa o gelişmektedir. Sana doğru. Sen hiç bilmeden - beklerken, bilmeden.” ~o.a

Tutkuyu uyaran neden tutkuya yüklediğiniz kişi yada nesne ile ilişkilidir. Pişmanlıkla dolu bir bekleme, etrafınızı saran tüm hece ve seslerin ayrıntılı nüansnlarını taşır. Emerson bir şiirinde şöyle seslenir: “Erkekler annelerinin yarattığıdır…Herbiri annelerinin döl yatağından çıktığı anda doğuştan gelen yeteneklerin kapısı onlara kapanır.”  İşte boyuna ve boşuna bir düşüşün kapısını çalmaktan usanmayan lanetli bir erkek, kozmik libidoya sahip kadının bilinçdışı tarafından içine alınmıştır. İçine alındığın orgazm, ortaya koyduğun simetri ile yakından ilişkilidir. Yani beklerken simetrin ne kadar keskinse, tikel olarak alacağın haz da o ölçüde güçlüdür.

III.S. “Senin beklediğindir o; ama sen bilmiyorsundur.” ~o.a

Almanya’nın Erfurt şehrinde 1367 yılında ilk günahın yalanlarını çürütmek adına Johann Hartman adında bir adam, genç bir kızın cinsel bir ilişkide bulunduktan sonra bekaretini kaybetmeyeceğini, kaybetse bile ruhu özgür biriyle ilişkiye girdiğinde yeniden kazanacağını söylemişti. Bunun anlamı, kızın onlarca kişi ile ilişkiye girmesinde bile, son girdiği kişinin “özgür ruhlu” olması durumunda bekaretini tekrar kazanacağının garantisiydi.

Burada imgelemin yatkınlıkları ile tutkular arasındaki çelişki kendini gösterir. Arzularımızı küçük ve büyük nesnelere dönüştürdüğümüzde, imgelem küçükten büyüğe geçişte daha kolay evrilir. Ulaştığımız yer ruhumuzu kaybettiğimiz ve sırf bu nedenle onu sonsuz özgür kılacak olan büyük bir tutkunun “son” ilkesine ulaşmaktır. Beklediğin ama farkına bile varmadığın düşlem, ilk ve son arasında kurulan hikayede bir sapma ile karşılaşır. Bu sapma anı, hemen yanıbaşında yer alana kayacaktır. Bitişiğinde ilk yer alan kişi ise zamanı sana göre en çok yavaşlatandır. Çünkü “yavaştır yaşamının anlamı.”

IV.S. “Senin beklemen: hüzünlü ama dingin bir umutsuzluktur, bir an önce bitirip gitme isteği çökmüştür üzerine. …hepsini yarım bırakıp gitmek, bir ayartı kadar keskindir artık.” ~o.a

Yeterince beklemenin yarattığı geçiş, mekanda gerçek ve doğrusal bir harekete yol açmadığı için yarım bırakıp gitmek, kendimiz ve beklediğimiz arasındaki ilişkiye işaret etmez. Yer değiştirmenin ilk biçimi, ona doğru kök saldığımız patetik bir manzaraya geçiştir. Levinas’ı tekrarlarsak “yarım bırakan bir göçmenin bir felsefesi olmamıştır ancak göçebeden daha fazla yerleşmiş kimse de yoktur.”

Her yeni yerleştiğimiz yalnızlık coğrafyası, çekebileceğimiz tüm tutkuları uyarmak için gerekli koşuldur. Kendimizi mekandan koparmamızı sağlayan o ayartı’nın arkasında yürümeye kalktığımızda, yenileme yükümlüğü uzamın parçaları ile birleşir ve her bir parçanın eklenmesi diğerini dışladığı için umutsuzluk, artık bitişik parçaların içerisinden geçebileceğiniz bir kayganlık hissine dönüşür. Geride bıraktığımız mesafenin gelecekte, geçmişte olandan daha büyük etkileri olacaktır.

V.S. “Yaşamanın anlamı bulunmamıştır, bulunamayacaktır. –o, gelmeyecektir- ya; sonuçsuz bir son olarak, ölüm gelebilir…” ~o.a

Anlamı büyük olasılıkla gelecekte var olacağını düşündüğümüz bir başka yapısallığa çevirdiğimiz zaman, düşlem zamanın akışı boyunca ilerler ve mutlak bir zaman noktasında ondan sonrakine geçerek, en doğal göründüğü yerde kalır. Anlamın gizli retoriği hep imgelemden yanadır. Çünkü var-oluşumuzu imgelerimizle geriletmekten çok ilerletmeyi tercih ederiz; aslında zamanın doğal ardışıklığı da bize bunu emreder.

Buna inanmak için yükseklik ve derinliklerin etkisini düşünmemiz gerekir. İki kavram arasında yer alan birkaç santim boyundaki imgeyi, eşit uzaklıkta yer almayan gelecek ve geçmiş şeklinde tasarladığımızda, “geleceği hep daha yakınımıza, geçmişi ise geriye çekeriz”. Bunun nedeni birinin sürekli olarak artıyor, ötekinin ise sürekli olarak azalıyor olmasından kaynaklanır.

İyi olan şey yüksekliğin ölçüsüdür. Yani cennetin yukarıda, cehennemin ise aşağıda olmasını arzularız. Peki ya çok daha yakın olan cehennem, inişin ters yönde olduğu bir düzlemde yer alıyor olsaydı….ne yapardınız?


VI.S. “artık, işte…” ~o.a

*Atkafası Dergi 2.sayıda yayınlanmıştır.
https://twitter.com/atkafasidergi

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder