Her dinin ilkeleri Tanrı düşüncesi üzerine kurulmuştur. Oysa duyuların hiçbirisine etkisi olmayan bir zat hakkında gerçek düşüncelere sahip olmak, insanlar için mümkün değildir. Bütün düşüncelerimiz ve duygularımız aracılığıyla bizde bir etki yapan ve uyarıda bulunan şey maddelerin, şeylerin temsilleri, simgeleri, tasvirleridir.
Zihin dışında bir konusu, bir maddesi olmayan Tanrı fikri, gözümüzün önüne ne getirebilir? Böyle bir düşünce, etkisiz eserler kadar kuruntu değil midir?
Zihin dışında bir ilkel örneği, asıl müshası, prototipi bulunmayan bir fikir, bir kuruntudan başka bir şey değil midir? Bununla birlikte bazı inanç ustaları, Tanrı fikrinin insanla yaşıt olduğunu insanların ana rahminden başlayarak bu Tanrı düşüncesine sahip olduklarını ve bu düşünceyle doğduklarını ileri sürerler. Her ilke bir hükümdür; her hüküm tecrübe eseridir; tecrübe ancak duyularımızın çalışmasıyla kazanılır. Bundan şu sonuç çıkar: Dini ilkeler kuşkusuz bir temele dayanmaz ve asla doğuştan kazanılmaz. İnsan bunları düşünce halinde taşıyarak ve sahip olarak doğmaz. Sonradan aile, toplum ve genel çevre bunları kendisine aşılar.
"jean meslier,tanrısızlığın ilmihali"
İstenç sonsuz bir çaba, bitmek bilmeyen kör bir itki ya da dürtüyse, doyum bulamaz ya da dinginlik durumuna ulaşamaz insan. Her zaman çabalama ama hiç bir zaman ulaşamamadır bu durum.
Dünyaya karşı tutunmaya çalıştığımız büyük ahlaksal güçler yalnızca acı çekme yeteneğimizi arttırır ve bizlerin yalıtılmasını derinleştirir.
İnanç eşiğine girdiğimizde, dünyayı bir cehennem olarak görmeye başlarız aslında; bir cehennem ki insanın başka birinin şeytanı olmak zorunda olması yüzünden Dante'nin cehennemini bile aşar.
Bir kurtuluş olarak doğaya doğru yönelmek ise, lanet doyumlarımızı kendimiz dışında başka bir yer bulabilmemiz adına sadece bir ümittir.
Bir komşumun da dediği gibi "Bir insan ister güzeli=doğayı, isterse yüceyi seyrediyor olsun, arzunun
köleliğinden geçici olarak uzaklaşır."
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder