Bir gece öncesinde, Kral ve Delisi’nin kuytu köşesinde yeraldığı dikdörtgen alana girdiğimde, iskemleler çoktan ters çevrilip masaların üzerine yerleştirilmiş, bütün ışıkları söndürülüp kapı pencere kapatılmış, meydandan kimse geçmez olmuştu. Elimden gelse, meydanı aydınlatan yüksek lambaların yumuşak ışığını örter, karanlıkta bir köşeye oturur, güz gecesine egemen nemli hava nedeniyle biraz büzüşür, belleğimin iki kıvrımı arasına yerleşmiş görüntü ve ses makaralarını, yeniden dönsünler, bırakırdım.
Bir şimdi olmuşsa, geçmiş geleceğin umudu, vaadı, ihtimali kesilebiliyor: Yıllar geçti, buradaydım, yıllar geçecek, kimbilir yeniden burada durabileceğim: Başını, başlangıç noktasını tanıdığınız, anımsadığınız bir şeridin ucunu açık kılan tek ruh hali, inanılası tek şey yokken inanmakla bağlantılı olarak gerçekleşiyor. Ne yapılsa boş ama: Öteki kutuptan, “bir daha bu aynaya bakamayabilirim” dizesinin yer aldığı şiir sökün etmekte gecikmiyor: 30 yaşıma varmamıştım o şiiri çevirdiğimde; artık, Borges’in onu yazdığı yaştayım: Her aynanın sırrını endişe döşüyor.
"e.b - rakım sıfır"
Gerçekte aynanın derinliği(sırrı) ile onun aydınlığını karıştıran bu ikilemden daha evrensel bir şey yoktur. Yüzeysel aydınlığı yani aynanın sırrını tırnaklarıyla kazımaya, her standart günün sonunda ise o karanlık derinliğini seçen şanssız birey için iki anlayış türünden birine bağlanmaktan öte bir şey kalmayacaktır: ya yalancı aydınlık, ya da yalancı derinlik.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder